entry'ler (5)

başlık listesine taşı
  • özgür irade var mıdır?

    "insan özgür olmaya mahkûmdur" der jean-paul sartre ve ekler: "insan mahkûmdur: çünkü, kendisini yaratan o değildir; ama öte yandan özgürdür: çünkü, bir kez kendisini dünyada bulduktan sonra da tüm yaptıklarından sorumludur."

    sartre 'özgürlüğe mahkum' olduğumuzu söyler.

    çünkü bu dünyaya fırlatıldıktan sonra yaptığımız her şeyden bizim sorumlu olduğumuzu dile getirir ve de ekler, anlam yaratmak (yalnızca) bizim elimizdedir. sartre bu bağlamda içine doğduğumuz koşulları belirleme fırsatımız olmasa dahi bu koşulların üstüne kendimizi kurduğumuz halimizin tüm sorumluluğunu bizim sırtımıza yıkar, iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış her hamlemizin sorumluluğu tepemizdedir onun felsefesine göre. hatta bundan da ötesine gider, yalnızca kendimizin değil tüm insanlığın geleceğinin sorumluluğudur bizim olan. ve de yine bu felsefeye göre bir insan olarak insanlığın insan onuruna yakışır bir varoluşta sürdürülebilmesinin yolu yine bir insan olarak bu sorumluluğu kabullenmemizden başka bir yoldan geçmemektedir elbette.

    insanlığın belki de en karanlık anı olarak zihinlere kazınmış olan ikinci dünya savaşı'nı takip eden senelerde, o dönemin tüm karanlığını ve karamsarlığını içine yedirmiş bir eserdir sartre ve düşünce yoldaşlarının ortaya koyduğu felsefe. aslında 1946'da ortaya çıkan ancak savaş sonrası kıta felsefesinin toparlanışı esnasında belki de etkileri daha geç kendini gösteren bir düşünceler yığınıdır buradakiler. kısmi olarak varoluşçu felsefenin içerisinde kümelenmiş olmalarına karşın özünde ne camus'nün kederliliğine ne de heidegger'in mistik kaçamakçılığına fazla kaptırılmamışlardır.

    indirgemeci bir yaklaşımla bu felsefeye yaklaşacak, tüm edebiyat ve puslu bakışların arkasını eşeleyecek olursak elimizde kalanın aslında büyük bir akıl ve emek ürünü ciddi bir metodolojik yaklaşım olması hiç de şaşırtıcı değildir. burada bizim yapacağımız ise önce bu metodolojik yaklaşımın analiz zeminimizi kurmamıza yarayacak olan ögelerini belirlemek ve bunların yardımını kullanarak esas meselenin temellerini atmak olacaktır.
    varoluşçu 'hümanizm' nedir, ne değildir, neden değildir…

    sartre varoluşçuluğun bir hümanizm akımı olduğunu savunurken çizdiği sınır aslında hümanizmi tüm tarihselliği ile değil yalnızca dar bir çerçevede aldığını gösterir. örneğin çok etkileyici, kolektif çaba ve emeğin ürünü olan bir mimari yapıdan insan olarak gurur duymak sartre'ın tanımladığı haliyle hümanizm sınırlarının dışında, 'kötü' bir yerde yer alır. insan kendi katkısı olmayan bir 'başarı'nın sorumluluğunu üstlenebilecek bir varlık değildir. insanlığa karşı olan sorumluluğumuz (tüm artıları ve eksileri ile) yalnızca geleceğe dönük çalışır. oysa sartre insanların değer yaratma konusundaki yetkinliğini tam olarak da varoluşçuluğun bir hümanizm olmasında gizli olduğunu belirtir.

    varoluşçuluğun (fransız kolunun) temel gayesi, nietzsche'yi takiben kalıplaşan etik okulunun bir (nihilizme giden) kolunun insanlık yararına tekrardan düzenlenmesi olarak görülebilir. öncül ve kurulu değerler bütünü fikri ısrarla ve ciddiyetle reddedilir, hatta camus ile özdeşleşmiş olan 'absurd' konsepti tam olarak da insanın bu 'an' ile karşılaşmasını anlatır. aslında hiçbir değerin kendinden menkul var olmadığının anlaşıldığı ve bunun yarattığı boşluk ve 'absürd'lük durumu. ancak bu felsefeciler bu absürdlükte aslında bir çıkış yolu, daha iyi bir dünyanın olanaklılığını görürler. eğer şimdiye kadar verili olan her şeyin sorumlusu insanlar ise, neden insanlar bu sorumluluğu kabullenip daha iyi bir dünya için çabalamasınlar ki derler. ve kendilerine edindikleri amaçlardan birisi olarak insanlara bu sorumluluklarını kabul ettirmeye çalışırlar.

    elbette ki avrupa'nın dünyası 40 senede iki kere başına yıkılmışken (ve beraberinde dünyayı da sarsmışken) ortaya çıkacak herhangi bir felsefenin ikili yapısı kaçınılmazdır. aynı anda hem eldeki durumu açıklama zorunluluğuna, hem de bu durumdan olası bir çıkış yolu sunma yükümlülüğüne sahip olacaktır. işte bu ikili yapı, her ne kadar edebiyatın katlayıcı etkisi altında varoluşçuluğu bir 'eldeki durum' analizi olarak yüceltmiş olsa dahi aslında olay yalnızca kapının şekli şemali değil nasıl açılacağıdır da. burada gelen cevap ise bize meseleye dair ciddi bir içgörü sağlar.

    hümanizmi bir kolektif başarı ve kıvanç kaynağı olarak görmek hala daha yaygın bir davranış biçimidir. bilimde büyük bir gelişme sağlandığında veya gerçekten kalpleri ısıtan bir insanlık hikayesi ile karşılaşıldığında insanlar insan olmaktan ötürü gurur duyarlar. bunun eldeki yaklaşımda bir hümanizm olarak dışlanmasının sebebi ise oldukça açıktır, ikinci dünya savaşı ve öncesinin dünyası. bir kolektif başarı ve kıvanç kaynağı olarak hümanizm aslında genelleştirilmiş bir yaklaşımdır. bir kolektif başarı ve kıvanç kaynağı olarak 'türk'lük veya 'alman'lık ile 'insan'lık arasında empirik düzlemde tek fark kapsadıkları kümenin genişliğidir.

    fransız devrimi ve napolyon politikaları ile yükselen ve bir nevi 'onun-bunun bilinci' olarak adlandırılabilecek akımlar modern dünyanın kurucu ideolojileridir. gerek sınıf bilinci olsun gerekse de ulus bilinci, özellikle felsefi olarak beslendikleri hegelci tarihsel erek düşüncesinin (tarihin 'bir yere doğru' ilerlediği) emarelerini ciddi anlamda içlerinde barındırırlar. fizik yasalarının determinizmi çoktan aştığı yıllarda dahi 'tarihsel determinizm' fikrini temellerinde taşıyan bu 'bilinç'ler aslında günümüzde karşılaşılandan yaşanış olarak farklı olsa dahi düzlemsel olarak benzer bir fıtratçılığı içlerinde barındırırlar. insanları 'tarihsel sorumluluk' gibi kavramlar ile kendi bilinçlerine kanalize eder ve 'zaten gidilmesi gereken yoldan' beraberlerinde sürüklemeye çalışırlar. kolektif bir 'yanlış inanç' olarak adlandırılabilecek bu akımların en üst hali ise yukarıda değinilen hümanizmden başkası değildir.

    insanın iradesi, insanlık iradesi

    burada bazı şeyleri tekrarlamanın faydası olacaktır. aynı anda hem tarihsel koşulların belirleyiciliğine karşı çıkıp, hem insanlığın kolektif iradesinin başarılarını reddedip hem de nasıl marksizm ve hümanizm gibi ekoller bir arada savunulabilir diye sormak elbette ki mümkündür(sartre koyu bir marksisttir). cevap yine metodolojinin içinde gizlidir. sartre ve çağdaşlarının ortaya koyduğu yaklaşım insanın iradesinin elinden alındığı iddia edilen akımlara bir karşı duruştur. insan içerisine fırlatıldığı tüm tarihsel koşullar ve gerçeklere karşın insandır ve iradesi ondan başka bir şeye, ne bir ulusa ne de 'insanlık'a ait değildir, her daim kendisinindir. nasıl ki insan hayatta olduğu sürece nefes alıp vermeye mahkumdur, işte özgür olmaya da aynı şekilde mahkumdur. tüm hamlelerinin sorumluluğu ona aittir ve her hamlesinde yalnızca kendisine karşı değil kalan her şeye karşı da sorumludur.

    yani basit bir indirgeme ile eldeki iddia insanın bireysel iradesini daha 'üst' bir iradenin parçası olmak için terk ettiği iddiasına bir karşı çıkıştır. insan bir vatandaş, bir aile üyesi, bir mümin, bir asker veya 'insanlığın bir ferdi' olsa dahi iradesi (ve hamlelerinin sorumluluğu) kendisine ait olduğudur. sartre elbette ki insanların içine fırlatıldığı koşulların rezaleti içerisinde, ne kendileri ne de çevreleri için insanlık onuru kavramına yaklaşamayacak yaşamlar yaratabileceklerini reddetmez. bunun her zaman bilinçli veya kötü niyetli bir biçimde yapıldığı fikrine de katılmaz, ancak hala daha insanın burada kendisinin sorumlu olduğunu vurgular. bu vurgu yalnızca "her insan yaptığı her şeyden sorumludur" demez ancak daha önemli bir biçimde "her insan içinde olduğu koşulları aşma iradesine sahiptir, hatta buna mahkumdur" diye de ileriye atılacak iyi ilk adımın motivasyonunu verir.

    sonuç olarak

    varoluşçuluğun bize öğretebileceği pek çok şey bulunmaktadır ancak sonraki yazılar için buradan alabileceğimiz değerli bir ders vardır. insanların kendilerinin, uluslarının, ailelerinin, dinlerinin veya aidiyetleri olan herhangi bir grubun geleceğine dair sorumlulukları vardır. bu sorumluluk bir mahkumiyet formundadır çünkü insan kendi eylemlerinden sorumludur ve bu bir üst gruba (aileye, ulusa, din kardeşliğine vb.) aktarılabilecek bir özellik değildir. ancak bu kabul ne hümanizmin, ne iyi vatandaş olmanın, ne de sınıf mücadelesini desteklemenin önünde bir engel değildir. aksine bu yaklaşım sorumluluğu tekrar bireylerin eline vererek herkesin özgürlüğünü benimsediği ölçüde geleceği şekillendirdiği fikrini destekler. insanlık onuruna, anayasal prensiplere, bir dinin gerekliliklerine veya emek-değer ilişkisine 'uygun' yaşamanın bir zorunluluk değil o aidiyeti benimsemiş birey için sorumluluk olduğuna vurgu yapar. ve tüm o aidiyetlerin benimsediği değerlerin geleceğinin ise tam olarak da bu çerçeve içerisinde, bu sorumluluğu benimseyen insanların hamleleri ile kurulacağını savunur.

    kaynak

  • jean-paul sartre

    20. yüzyılın en önemli filozoflarından biri, kimilerine göre en önemlisi. varoluşçu felsefenin en önemli temsilcisi. özgürlüğün yolları üçlemesinin ilk kitabı olan akıl çağı kitabıyla 1959 yılında nobel ödülü kazanmış fakat ödülü reddetmiştir.

    nobel edebiyat ödülü'nü reddetmesinin resmi açıklamasını şu şekilde yapmıştır:

    le figaro gazetesinin 23 ekim 1964 tarihli sayısına bir mektup göndererek, ödülü reddetmesinin yol açtığı sıkandal için özür dilemiş. ödüllerin kime gideceğini belirleyen swedish academy'nin karar verdikten sonra değişiklik yapmadığından haberi olmadığını, ancak daha önceleri kurula metuplar yazarak ödülün kendisine verilmesini engellemeye çalıştığını belirtmiş. mektubunda, amacının asla akademi'yi ya da ödülü küçümsemek olmadığını, kendi kişisel ve nesnel görüşleri sebebiyle ödülü kabul etmeyeceğini belirtmiş.

    kişisel sebeplerine gelince, sartre, bir yazarın görevi ne olmalıdır anlayışı doğrultusunda göre resmi ödülleri her zaman reddettiğini, bu yüzden nobel'i reddedeceğinin de önceden tahmin edilmesi gerektiğini açıklamış. aynı nedenlerden dolayı frankofon dizbağı legion of honour'u geri çevirdiğini ve college de france'da görev almayı da reddettiğiini, hatta kendisine önerilse ordera lenina'yı bile reddedeceğini eklemiş. sartre'a göre bir yazarın resmi kurumlarca bahşedilen böyle bir ödülü kabul etmesi, onun kişisel hedeflerini ödül veren bir kuruma göre yönlendirmesi anlamına geliyormuş, her şeyden önce, bir yazarın kendisnin bir "kurum" a dönüştürülmesine izin vermemesi gerektiğine inanıyormuş.

    sartre, nesnel nedenleri arasında, doğu ve batı arasındaki kültürel alışverişin insanlar ve kültürler arasında, herhangi bir kurumun aracılığı olmadan yapılması gerektiği tezini öncelikli neden olarak göstermiş. ayrıca, sartre'a göre, geçmişteki ödüllerin dağıtımı da her ideoloji ve ulustan yazarları eşit bir şekilde temsil etmemekteymiş. ödülü kabul etmesinin haksız yorumlara yol açabileceğini düşünüyormuş.

    sartre resmi açıklamasını isveç halkından özür dileyerek bitirmiş.

  • yalnızlıktan keyif almak

    andrey tarkovski bir söyleşide kendisine insanlara ne söylemek istersiniz diye sorulduğunda şu cevabı verir:

    "bilmem… sanırım yalnız olmayı öğrenmeleri gerektiğini ve kendi başlarına mümkün olduğu kadar çok zaman geçirmek için uğraşmalarını söylemek isterim. bugünün gençlerinin hatalarından biri gürültülü, bazen neredeyse agresif etkinliklerde bir araya gelmeye çalışmaları. kendini yalnız hissetmemek için bu başkasıyla beraber olma arzusu bence çok talihsiz bir gösterge. her insan çocukluktan itibaren kendiyle zaman geçirmeyi öğrenmeye ihtiyaç duyar. yalnız olması gerekmez ama kendiyle kaldığında sıkılmamalıdır. kendi kendine kaldıklarında sıkılan insanlar bana kendilerine verdikleri değer açısından bir tehlikenin içindeler gibi gelir."

  • sisifos söyleni

    tanım: albert camus tarafından yazılmış bir deneme kitabı.

    camus'ye göre sisifos, burada tüm insanlığı temsil ediyor. sisifos'un cezası da hayatımız boyunca her gün yaptığımız şeyler, hayatımızdaki anlamsızlıklar, saçmalıklar. kitapta sisifos'la ilgili bir yorumda bulunuyor camus. diyor ki: taşın düştüğü anların birinde, sisifos durumun saçmalığını kavrar ve uyanır. kaya, umut ve başarı isteğiyle de tepeye çıkarılabilir. her seferinde kayanın düşeceğini bilse de sisifos'u bu umutsuz döngü içerisinde farklı kılan, kazanmak için önce yazgısını kabullenmesidir. bu aslında bir başkaldırıdır, boyun eğme değil. çünkü tanrılar, tüm umudunu elinden almak için ona bu cezayı vermişlerdir. sisifos umudunu kaybetmek üzereyken uyanmış ve kendi kurtuluşunu yaratmıştır. biz de hayatın saçmalığını kavrayıp her gün kendi kayamızı umutla taşımalıyız.

  • sisifos

    mitolojik karakter.

    "sisyphus'u gördüm, korkunç işkenceler çekerken: yakalamış iki avucuyla kocaman bir kayayı ve de kollarıyla bacaklarıyla dayanmıştı kayaya, habire itiyordu onu bir tepeye doğru, işte kaya tepeye vardı varacak, işte tamam, ama tepeye varmasına bir parmak kala, bir güç itiyordu onu tepeden gerisin geri, aşağıya kadar yuvarlanıyordu yeniden baş belası kaya, o da yeniden itiyordu kayayı, kan ter içinde..." homeros

    sisyphus, kurnazlığı ve düzenbazlığıyla ünlüdür... "aiolos'un oğlu, korint kralı sisyphus tanrı-ırmak asopos'a, kızı aigina'nın zeus tarafından kaçırılmış olduğunu söyleyerek zeus'u ele vermesine karşılık kalesi içinde bir pınarın akıtılmasını sağlar. bu hainlik zeus'un öfkesine neden olur. zeus ona ölüm meleği thanatos'u gönderir. sisyphos, thanatos'u zincire vurur; onu özgürlüğüne kavuşturmak için zeus müdahale etmek zorunda kalır. insanların ölmemelerinin bir kaosa sebep olacağını düşünen zeus, hades'e sisyphus'u yakalayacağına dair söz verir. zeus'un emri ile hades'e yardım eden ares sisyphus'u yakalar ve yeraltı dünyasına hapseder. ölüler ülkesine götürülen sisyphus kaderine katlanmak istemez. kendisine cenaze töreni yapmamasını karısından ölmeden önce istemiştir. törensizliği hoş karşılamayan hades, karısını cezalandırması için sisyphus'un yeryüzüne dönme önerisini kabul eder. ama yeryüzüne dönen sisyphus tekrar yeraltına inmeyi reddeder. sisyphus yıllarca yeryüzünde yaşayacaktır. duruma çok kızan hades, haberci tanrı hermes'i sisyphus'u yakalamakla görevlendirir. kurnaz sisyphus yıllar sonra hermes tarafından yakalanarak, hades'e teslim edilir ve hades tarafından, kocaman bir kayayı elleri ile iterek, yüksek bir dağa çıkarmaya mahkûm edilir. cezanın en kötü yanı, kayanın dağın tepesine dek geldikten sonra tam zirveye oturacakken aşağıya yuvarlanmasıdır, kaya asla dağın tepesinde durmayacaktır ve bu ceza sonsuza dek devam edecektir. sisyphus, bir canlıya verilebilecek en büyük cezayla cezalandırılmış insandır."

    "sisyphus o taşın birkaç saniyede bu aşağı dünyaya inişine bakar, yeniden tepelere doğru çıkarmak gerekecektir onu. böylesine taşlarla didinen bir yüz, taşın kendisidir şimdiden! o kayasından daha güçlüdür." diyor albert camus ve şöyle devam ediyor: "sisyphus, tanrıların paryası, güçsüz ve ayaklanmış sisyphus, düşkün durumunun tüm enginliğini bilir: inişi sırasında bunu düşünür. kimi günlerde dönüş böyle acı içinde geçiyorsa, sevinç içinde de geçebilir. yeryüzünün görüntüleri usa fazla takıldığı zaman, insanın yüreğinde keder yükselir: kayanın yengisidir bu, kayanın ta kendisidir." sisyphus kesinlikle bilinçlidir. "karşı çıkmalıyım!" mantığı ile hareket eder. bu deneyim yaşanacaksa bilinçli olarak, o mücadele ile yaşanmalıdır. bir cezaya çarptırılıp umutsuzca sonsuza dek bir yükü taşıma mantığı ile değil. bazı görüşlere göre; eğer sisyphus yenilir ve acı çekmeye devam ederse bu tanrıların zaferi olur ancak o direniş gösterir ve zafer onun olur. uygulaması her bireyin kendi hayatındadır.

    "albert camus, insanın yaşamın anlamsızlığına ve tüm baskılarına rağmen direnmek zorunda olduğuna dikkat çeker ve sisyphus'u anlamsızlığı akıl ve bilinç gücüyle yenen insan kahraman olarak niteler." gölgesiz güneş yoktur karanlıksız aydınlık olmadığı gibi. bu bilinçte olduğundan, geceyi, karanlığı, zorlukları tanır ve deneyimleyerek yaşar. "sisyphus, taşın düştüğü anlarda camus'a göre içinde bulunduğu durumun saçmalığını kavrar, uyanır ve kaderiyle yüz yüze gelir. bu an, sisyphus'un bilince kavuştuğu andır. ne zaman olacağı belirsiz bir kurtuluş umuduna bel bağlamak yerine, bu işkencenin sonsuza kadar süreceği gerçeğiyle yüzleşen ve bu kaderini kabul edip aşağı inerek taşı tekrar yukarı çıkartmaya başlayan sisyphus, bir kahramandır artık. bu boyun eğme değil, başkaldırıdır. çünkü tanrılar, sonsuz bir işkence cezasıyla elinden tüm ümidini alarak ona kötülük yapmak istemişler, ümidini kaybeden sisyphus ise, bu kaderiyle yüzleşerek ve uyanarak kendi kurtuluşunu yaratmıştır." sisyphus kurtuluş için birini beklemez, kendi kendisini kurtarmak için çabalar.

    "gerçek insan" zorlu ve kendine özgü yolculuğuna her daim "evet" der, çabası da hiçbir zaman bitmez. genel kitle için hayatın anlamsızlığı ve monotonluğu üzerine kullanılan bir tema tasviri iken. anlatılan hikâyenin iç yüzünü araştıranlar için sisyphus farklı bir duruş sergiler. kendine özgü ve özel farkında olarak bir karşı koyuş. kimi görüşlere göre ise yunan usulü reenkarnasyon anlatımıdır. varlık ve yokluk arasında arayan birey kendince bir kahramandır.

    albert camus, sisyphus efsanesini şöyle yorumlar: "insan, anlamsızlığına ve tüm baskılarına karşın yaşamı yenmek zorundadır." sisyphus, tanrılar tarafından lanetlenip cezaya çarptırılmış ilk insanoğludur mitolojide. kahraman bilinçlidir. her şeyin tükenmediğini, tüketilmediğini öğretir. "alnına ne yazıldı ise o" öğrenilmiş çaresizliği kahramanın yolculuğu için geçerli değildir. sisyphus'un sessiz sevinci buradadır: kaderinin ana hatları çizilmiş olsa bile iradenin gücü seçim özgürlüğü yani yolu kendisinindir. kayası ise kendi nesnesidir. kaya yuvarlanır durur. kişi yükünü eninde sonunda bulur. kaybedenlerin vazgeçilmez sözüdür "neden ben?" kahraman ise kimseye taşıyamayacağı yükün verilmediği gayet iyi bilir. "sisyphus gibi tepelere doğru, güçlüklere tek başına, onuru ile didinmek de bir insan yüreğini doldurmaya yeter." denildiği gibi: "yükünü her zaman bulur insan." aldous huxley ise şöyle ekler: "belki de bu dünya başka bir dünyanın cehennemidir."

    hiçbir şeye ihtiyacı olmayan insan, yenilmezdir...

    berk yüksel.


    kaynak